İstanbul’da 24 Ekim 2017 Perşembe günü Zincirlikuyu Mezarlığı’nın ağır, kasvetli havasında ailesi, öğrencileri, dostları, arkadaşları, akrabaları ve yüzlerce akademisyen ile Sayın Necdet Yaşar’ı sonsuzluğa uğurlarken değişik duygu ve düşüncelerin kıskacında boğuluyor, acılar içinde kıvranıyordum. Hepimiz ölümlüydük ama şairin dediği gibi “her ölüm erken ölümdü.”

İstanbul Radyosunda adına düzenlenen törende “Acaba sanatçılarımızın değerini yeteri kadar kavrayabiliyor muyuz?” sorusu, mezarlıkta  “Neden cenaze töreninde Gaziantep yoktu?” sorusuna  dönüştü. Ardından Sayın Necdet Yaşar’ın adının bir caddeye, sokağa, bulvara veya bir mekana verilip verilmediğini sorup durdum. Neden? Değerli sanatçıların okudukları onlarca ilahi beni başka bir aleme ışınlarken anılar, fotoğraflar, belgeler hepsi biri birine karıştı.Oysa biraz önce hepsi gözlerimin önünden flu bir şekilde akıp gidiyordu..Beş yıl süren bir çalışma döneminin ardından basılan “Tanburi Necdet Yaşar Anılar Dostlar” kitabı için “ödenmesi, ödeşilmesi zor bu hakkı” helal etmemi istemişti.  “Helal olsun Sevgili Necdet Yaşar” dedim. “bin kere, yüz bin kere helal olsun! Kubbede bıraktığınız hoş seda kulaklarımızda, sevginiz ise yüreklerimizde olacak.”

 

NECDET YAŞAR İLE SÖYLEŞİ

Tanbur sazının narin  ve zor bir saz olduğunu söylenir her zaman. Öyle midir gerçekten?        

Cefâkar bir sazdır tanbur.  Uzun sap zaman içerisinde teller çekiyor, sap bozuluyor. Ne olursa olsun yani gögüs incecik. Saz da sıcaktan hoşlanmaz, rutubetten hoşlanmaz. Soğuktan da hoşlanmaz. Yani çok nazlı bir saz. Müzik aletleri içerisinde. Hemen akordu bozulur, göğsü çöker. Peki ne oluyor? Bozuluyor. Siz perdeye bastığınızda tel öndeki perdeye değer, cızlamalar başlar. Yani gürül gürül çalamazsınız.  Sazlardan parazit çıkmaya başlar. Onun için tanburinin en büyük heyecanı onun dengeli oluşu, eşiğinin oynamaması çok önemlidir.  Ve tabi ki tanburi açık havada çalmak istemez. Açık hava adamı öldürür yani. Tanbur açık hava koşullarından çok etkilenir. Açık mekân sazı değildir. Kapalı mekân sazıdır tanbur. Narin ve nazlı bir saz yani.

-Ama sonunda o  narin sazdan gümbür gümbür ses çıkardınız..

-Evet, tanburdan çok güçlü ses çıkardım ben, derin.. Hem de çok. Onu çıkarmayı başardım. Bir çok tanburi, tanburun sadece telinden ses çıkardı. Diyeceksin “telden çıkmayacak ta nereden çıkacak?” Ama geride bir sürü ağaç var. Bazıları tanburun en fazla kapağından ses çıkarabildiler. Yani bir koşucu var 1000 metre güzel koşuyor. Bir koşucu var 2000, bir koşucu var 5000, bir koşucu var maraton koşuyor gibi. Yani ben o derinden gelen sesi yakaladım ve  tını güzelliğini yakaladım. Naçizane özelliklerim; O Tanrı’nın bir lütfu. “Nasıl yapıyorsun sen bunu?’ diye soruyorlar. Ben de bilmiyorum, ilahi bir hediye.

- Tanbura ek perdeler eklettiğiniz söyleniyor?..

- Ek perde derken, musikide olmayan perde eklemek kimin haddine? Ben de diyorum ki: müziğimizde kullanılan, makam sisteminde kullanılan melodileri ifade edebilmek için ne gerekiyorsa onu yaptım derdi.  Son sololarını benim tanburumla yaptı. Yoksa ek bir perde bağla, keyfi bir perde bağla. Böyle bir şey olamaz. Bir de tanburunda o perde yoksa çaldığını duyamıyor, melodiyi fark edemiyor. Herkes farkına varamıyor tabi. Musiki alemi fark eder. Sokaktaki insan değil tabi. Ama bazıları inat ettiler. “Teoride ne varsa onu koydum çalıyorum.” dediler.

-En etkilendiğiniz sanatkarlar.. Tanburi Cemil Bey, Mesut Cemil?..

Ben Onların temsilcisiyim” diyebilirim. Musiki alemi öyle diyor. ‘Sen onların ilhamıyla, onların gösterdiği yolda yürüyerek hatta taklitsiz  bir ekol yarattın’ diyorlar. Bugün tanbur çalanlar hepsi benim yaptıklarımı beğeniyor, benimsiyor..

-Hocam, herkes merak ediyor.  Bu zor sazı nasıl yendiniz.?

-Tanburu elime aldım, çaldım. Hiç kimseden bir şey öğrenmedim. Ben hocadan ders almadım. nın yanında diz çöküp te öğrenci olmadım. Hoca, “Evladım parmağını şuraya koy, bunu böyle vur.” demedi. Yani hiç kimseden böyle bir ders almış değilim. Her şeyi kendi kendime öğrendim. Üniversite korosuna devam ettim. Nota öğrendim. Radyoda ilerletmiş oldum. Gam sistemini, hep kendi kendime öğrendim. Şu benim hocam diyemiyorum.

Ama hocam dediğiniz sanatkarlar var.. Örneğin Tanburi Cemil,  Mesut Cemil…

Dizinin dibine oturmadığım için hocam diyemiyorum Tabii, benim asıl Ustam Tanburi Cemil Bey. Algılayabilirsen alabilirsin. O’nu dinleyerek, dinleyerek talim ettim yıllarca Niyazi Sayın’la . Sadece melodisini ezberleyip taklit etmek değil. O’nun felsefesini, yapmak istediği şeyi, mimariyi, musiki mimarisini anlamaya çalıştık…

Yıllardır zirvede bir sanâtkarsınız. Belli bir çalışma düzeniniz var mıdır? Veya var mı idi?

Hayır yok. Tekniğimi geliştirmeye çalışıyordum. Sağ ve sol el tekniğimi geliştirmeye çalışıyordum. Ajiliteye yönelik. Bir de sazdan düzgün ve çok ses çıkarma çalışmaları yapıyordum.  Makamlarda gezintiler yapıyordum. Hem virtüözitemi ilerletmek, hem de o derin ve dolgun sesi elde etmek istiyordum. Çalışmalarım böyleydi.Yorulmak diye bir şey yok. Sabahlara kadar çalışırdım. Bir özelliğim de şu: Mesela bir konserimiz var. O gün fazla yemek yemez, çay bile içmezdim. Adeta oruç tutardım. Gece benim icrama tesir edebilir diye.

Bugüne kadar sayısız konser verdiniz, program yaptınız ‘Bu benim gerçek performansım değil. Düşündüğüm icraya ulaşamadım’ diye düşündünüz mü? Siz kendinizi nasıl görüyordunuz? Kendinizi hiç eleştirir miydiniz?

Genelde başarılıydım. Çok çalışıyordum. Çılgınlar gibi çalışıyordum. Tanburu öğrenme ve ilerleme yıllarında o müthiş çalışmaydı. O ayrı bir olay. Ama yine bir konserim var ise, saatler önce, bir iki saat önce giderim. Sazımın akordunu devamlı kontrol ederim, eşiği yüksekse indiririm, inik ise yükseltirim.  Her konsere hazırlıklı giderim. Sahneye çıkınca mili milimine  her şey tamam olacak… 

Konuştuğum tüm sanatçılar aynı şeyi söyledi. Hanende Nurettin Çelik’te söylüyor.. “Hoca  o kadar titizdir ki. Her şey kontrol eder. “

Evet. Aynen öyle.

Amerika’ya gittiniz konuk sanatçı (Visiting Artist) olarak..

Evet. Bir araştırmacı geldi Türkiye’ye. Karl Signell. Washington Üniversitesi’nde doçentliğe hazırlanıyordu.  Sene 1968-1970.Üç, dört sene Türkiye’de kaldı, Türkiye’yi gezdi,   Türkçeyi öğrendi. Araştırmalar yaptı. Washington Üniversitesinde bir profesör vardı. Adı Robert Garfias. (Japonya’dan yeni döndü. Japon İmparatorundan nişan aldı. Baba Bush’un Orta Doğu sanat danışmanıydı.) Garfias demiş ki; “İlk defa Türkiye’den birini davet edeceğiz. Üniversitemize öyle birisi gelsin ki; çok şey öğretsin.” Beni davet ettiler. Üniversite’ye giden ilk Türk müzisyen oldum. Büyük üniversitelerin etnomüzikoloji bölümleri var.  Bütün dünyayı araştırıyorlar. Bu sene şu ülkenin müziğini programımıza alalım diyorlar. Dedektif gibi araştırıyorlar. “Kimi getirsek müziklerini daha iyi anlatır?” diye düşünüyorlar. “Visiting Artist” yani “Misafir Sanatçı Öğretmen” sıfatıyla beni de 1972 -73 ders yılı için ABD ne davet ettiler. Böylece Washington Üniversitesi Etnomüzikoloji Departmanında göreve başladım. Makam sistemi ve tanburu öğrettim. Sevdiler. Arel’in 4’lü, 5’li sistemleri filan..” Oh” dediler “Kompleksten çıktık, rahatladık. Arabistan’dan meşhur bir udi çağırıyoruz. Bu hüzzam öğrenin” diyor. “Mısır’dan kanuni çağırıyoruz. Dinleyin bu uşşak” diyor. Öğrenemiyorduk. Komplekse girmiştik. Ne bu esrar? Diyorduk. Ama senin bu teorik bilgilerinle öğrendik.” dediler. Öğrendiler, sevindiler, mutlu oldular yani. Bunun üzerine Üniversite kurallarını, prensiplerini çiğneyerek beni ikinci defa davet etti. Çünkü her ülkeden sadece bir kişiyi davet ediyorlardı. Bu sefer Niyazi Sayın’la birlikte gittik.

İlk teklif geldiğinde hiç tereddüt ettiniz mi?

Hiç tereddüt etmedim. İngilizcem yoktu. Daha önce Fransızca öğrenmiştim. Kursa gittim. Yani az çok bir hazırlıkla oraya gittim. İkinci gidişimde de hazırlıklı gittim.

Amerika’ya gitmek için görevinizden istifa ettiniz?

Evet, Radyodan izin alamayınca istifa ettim. Tabii diğer görevlerimden de ayrıldım.

ABD’ne gidişiniz yurt dışında daha çok tanınmanıza neden oldu.  Pek çok bilimsel toplantıya; kongreye katıldınız, konserler verdiniz..

Evet..Dünya kapıları bana açıldı. Çünkü kongrelere davet edildim.4 -5 tane Uluslararası kongreye gittim Türkiye’yi temsilen. Böylece dünyadaki etnomüzikoloji âlemi beni tanıyınca ülkelerine davet etmeye başladılar. İleride Necdet Yaşar Essemble çıktı ortaya. 4 -5 kişiyle birlikte bu sefer bir ekip olarak yani marka olarak dünyayı dolaşmaya başladık. Geçen sene, evvel sene yine davet aldım. ‘Seni unutamadık yine gel’ dediler. Hala davet almaktayım. Ama ben yok diyorum.

CD’leriniz dünyanın dört bir yanında aranıyor, satılıyor..

Evet, CD’lerim dünyanın dört bir yanında satılıyor. Nedir bu sevginiz muhabbetiniz diye ben de merak ettim. Sordum. Diyorlar ki: Benim her milletten tanıyanlarım, sevenlerim var. Kızılderililerden bile var. Çinli, Japon, Asyalı, Amerikalı.. Eğer insan kültüre yönelmişse tabi sokaktaki adamdan bahsetmiyorum Koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu var. Bunlar 5 kıtaya hükmetmiş. 500-600 yıl. Bunların bir müziği var. Tek sesli, ama müzik zengin. Zenginleşmiş makamlar, formlar, semailer, yürük semailer var. Müthiş bir müzik var.  Dünyadaki tek sesli müziklerin içerisinde zirveye ulaşmışının Türklerin müzikleri olduğunu kabul ediyorlar tüm etno müzikoloji çevresi. Tek sesli, ama  tek sesli olarak zirvede.

Keşke Amerika’da kalsaydım veya yurt dışında kalsaydım dediğiniz zamanlar oldu mu? Pişmanlık duydunuz mu hiç?

Hayır. Hiç duymadım. Zaten kalmak için gitmemiştim.

Hillary Clinton ile Türkiye’de tanıştınız, görüştünüz? ABD’nde Washington Üniversitesinde görev yaptığınızı duyunca çok hoşuna gitmiş sanırım..

Hillary Clinton Türkiye’ye geldiğinde onuruna bir konser verildi. Konserde çok önemli siyaset adamları, bürokratlar, sanatkarlar vardı. Ben o konserde tanbur çaldım. Tanbur solosu yaptım. Sonradan bizi tanıştırdıklarında; O “Bu ne güzel saz böyle” deyince, ben de “Ben 1973 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Washington Üniversitesinde, müzikoloji bölümünde tanbur sazının eğitim-öğretimini verdim” dedim.  Bu sözüm üzerine Hillary Clinton öyle bir gururlandı ki.’İşte biz buyuz’ der gibi.

Kid Jordan ile ilgili de güzel bir anınız vardı..

Evet. Amerika’nın meşhur bir caz diyarı var. New Orleans. Ders veriyordu meşhur saksafoncu Kid Jordan.  Tanıştık. Bizi dinleyince heyecanlandı. Hatta öyle heyecanlandı ki: “N’olur bana bunu altta tema olacak çalın” dedi. Onun üzerine tasim edip, hani tasavvuf müziğinde bizde bir alt müzik yaparken, biz de taksim yaparken veya kaside okurken. Biz de bir taksim yaptık. (Niyazi Sayın ile) Çok heyecanlandı. ABD’de televizyonlarında yayınlandı. Biz neyi yaptık bakalım? (O esnada Necdet Yaşar parçanın melodilerini mırıldanıyor.) O da saksafonla çaldı. Biz kendi dünyamızda, O kendi dünyasında çalıyor. O Hıristiyan, Biz Müslüman. Ben Türk, O Amerikalı. Sanat bizi bir araya getiriyor. Öyle güzel bir şey olmuştu.

Kendi icralarınızı dinler misiniz?

Evet dinliyorum.

Dinlediğinizde neler hissediyorsunuz?

Taksimlerimi ayırt etmek için, zihnimde yer bıraksın diye dinliyorum. Unutuyorum tekrar “Aaa unutmuşum, bu ne güzeldi hay Allah iyi ki dinledim” diyorum.  Müzikle uğraşmak beni mutlu ediyor!

Yeni kuşak tanbur sanatkarları için ne söylemek istersiniz?

Tanbur sanatından yana memnunum. Fırtına gibi gençler var. Fırtına gibi sazendeler, tanburiler yetişiyor. Hani ben heves edip radyoya girdiğimde, düşünüyorum. Mesut Cemil dahil, Refik Fersan dahil, efsane isimler dahil on  tanburi ya vardı,  ya yoktu.  Bugün radyolarda, konservatuvarda, cemiyetlerde temayüz etmiş, güzel pozisyona geçmiş öğretmenlik yapan, çalan en az elli tanburi var. Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen mektupları gördünüz. Telefonlara şahit oldunuz. Diyarbakır’dan, Konya’dan, İzmir’den. Her yerden arıyorlar.Tanbur sazı tanınıyor, seviliyor, yayılıyor. Arkamızdan bunlar rahmet okuyacak.  Yani ondan dolayı memnunum. Genç fırtınalar da yetişiyor yani..

Hocam,  genç tanbur sanatçıları  yakaladılar mı o virtiöziteyi?

Yakaladılar yani virtüöziteyi yakalamış durumdalar. Allah için fırtına gibiler. Başa güreşiyorlar…”